Aynalara baktığımda bakışlarımdaki buğuyu gördüm. Kazma kürek sallamaktan nasır tutmuş ellerimle gözlerimi ovuşturdum sonra. Baktım aynı buğu bir yere gitmemiş, olduğu yerde göz bebeklerime çöreklenmiş öylece duruyordu.
İçimi bir tutam öfke bir tutam korku kapladı. Zihnimin kıvrımlarından kocaman bir dağ geçti sonra. İrkildim. Bir yumruk salladım aynaya. Bin bir parçaya ayrılsa da kırılmadı mendebur.
Bir teşehhüt miktarı vakit geçti geçmedi ki kendime kızdım, dişlerimi sıktım, bakışlarıma ürpertici bir mana vererek kir pas içinde kalmış pencerenin ardında kuşlarla cilveleşen bahara baktım.
Uykusuzluğumun gölgesinde buğulaşan gözlerimi bir avuç suyla yıkadıktan sonra minareden yükselen salalara kulak verip köyün içinde matemli matemli dolanıp durdum.
Hocaefendi yanık sesiyle okuduğu salanın ardından herkesin ürpertiyle yanıt aradığı o soruyu –Ölen kim acaba?- aydınlattı:
Falanca eşrafından filanca kızı Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi öğle namazına müteakip köyümüz mezarlığında defnedilecektir.
Hocaefendi garantici adam, başka yerlerde en fazla 2 kez tekrarlanan anonsu 3 kez tekrarlar. Her işi böyledir ya neyse. Bakmayın siz iyi adamdır, Alimdir de. Lafı sözü dinlenir. İçi dışı bir bilinir. Allah başımızdan eksik etmesin!
Bizim ev mezarlığın hemen dibindeydi. Gece oldu mu karanlığın içinden derviş külahı gibi göğe doğru yükselen servilerin arasında irili ufaklı belli belirsiz görünen bembeyaz mezar taşları, sadece bizim ev ahalisine değil içi sıkılıp da yollarda volta atmaya yeltenen mahallenin bıçkın delikanlılarına dahi ürperti verirdi.
Ölüm biz gibiler için matemli bir yalnızlık, İnsanı hasretle inleten bir sır demekti. İnsana bahşedilen ilahi rahmetten zerre zerre gönle düşen tahammül ve tevekkülle karşılayabildiğimiz ölüm, ümitsiz hastalıkların, mukadder felaketlerin son bir ilacı gibi gelirdi kimi vakitler oysa.
Göçmen kuşların ardından bakar gibi bakakalırdık gidenlerin ardından. Yaz günü karla kaplanırdı sanki hüznümüz. Günlerce bozulmadan yüreğimizde dururdu. Bir boşluk anımızda birden çıkıverir, göz pınarlarımız kuruyuncaya kadar dökülen yaşlar halinde menderesler çize çize ruhumuzun yatağında aka aka geçip giderdi.
Oysa ölüm kibir ve gurur abidesi benliğimize bilgelik ve olgunluk katan sessizlikti. Damarlarımızda gürül gürül akan gençliğimize duyduğumuz özlemi hatırlatan, nefsimizin doruklarına çıkmaya yeltendiğimizde hududumuzu bildiren kutlu bir haberciydi.
Şakaklarımıza keskin çizgiler halinde her düştüğünde yorgun evlerden yükselen tefekkürün kanatlarına tutunup karanlıkların içinden bir nefes alımı kadar zamanda geçerek bizi ebedi saadete götürecek olan beyaz yelkenli gemilerin güvertesine konmak isterdik.
Merhametin hafifliğiyle musalla taşında boylu boyunca uzanan beyaz bir güle dönüşerek usulca yaklaşan bir güvercinin nefesinde geçip giden günlerimizin naif türkülerini dinlemekti duamız.
Açılır ruhumuzun sırları, dökülür ardımızdan ağıt yakan toprağa...Sonra ağlar Yakup’un gözleriyle ölümü yok oluş bilenlerin çaresizliğine...Bir sonbahar yaprağı gibi soluk benzimizde en güzel şiiri okunur mazinin:
Dönülmez akşamın ufkundayız. Vakit çok geç;
Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç!
Cihâna bir daha gelmek hayâl edilse bile,
Avunmak istemeyiz böyle bir teselliyle,
Hakikattaki geçmiş, hayaldeki gelecek yaprak yaprak düşerdi yosunlu suya. Ömür denilen uykunun ağırlığı basardı göz kapaklarımıza. En mukaddes ninnisini dinlerdik yaşamın. Bir kuş gelir konardı sessizce omzuna, bir sır gibi fısıldardı akşamın türküsünü kulağımıza.
Ay ışığında ağır ağır sallanan serviler karanlığın ardından gülümseyerek selam dururdu geri kalanlara.
Ne kin kalırdı geriye, ne haset ne de yaşamak ölümden gayrı geriye. Kimbilir bir bakarsın sabah vakti bir bakmışsın gecenin en mahrem saati...Duyulurdu müjdesi haydi kalk gidiyoruz diyen müjdecinin sesi. İçimizi bir ağaç altında bekleyen sevgilimize, annemize, babamıza sevdiklerimizle kavuşma hayalinin tarifsiz bir huzuru kaplardı.
Evin önünde ıhlamur ağacının gölgesinde serinlerken akşam ezanı yankılanır köyün dar sokaklarında ve gün batımının kızıllığıyla Montaigne’den notlar düşerdi önüme en sonunda:
Hayattan edeceğiniz kârı ettiyseniz, doya doya yaşadıysanız, güle güle gidin.
“Niçin hayat sofrasından, karnı doymuş bir davetli gibi kalkıp gidemiyorsun? Niçin günlerine, yine sefalet içinde yaşanacak, yine boşuna geçip gidecek daha başka günler katmak istiyorsun? Lucretius.”
Hayat kendiliğinden ne iyi ne fenadır, ona iyiliği ve fenalığı katan sizsiniz.
Bir gün yaşadıysanız her şeyi görmüş sayılırsınız. Bir gün bütün günlerin eşidir. Başka bir gündüz, başka bir gece yoktur. Atalarınızın gördüğü, torunlarınızın göreceği hep bu güneş, bu ay, bu yıldızlar, bu düzendir.